Image Image Image Image Image Image Image Image Image

Basında Asım Orhan Barut

Cumhuriyet Gazetesi

Basında Asım Orhan Barut | Fizik dünyası Türk yıldızı Asım Barut’u kaybetti | Erdal İnönü | Cumhuriyet Gazetesi, 11 Aralık 1994 Pazar

Fizik dünyası Türk yıldızı Asım Barut’u kaybetti

Cumhuriyet Gazetesi | 11 Aralık 1994 Pazar | Erdal İnönü

Bilim dünyamız, 6 Aralık 1994 günü ünlü fizikçi Asım Orhan Barut’un ölümüyle büyük bir evladını kaybetti. Ailesine, yakınlarına ve bütün fizikçilerimize başsağlığı diliyorum. Bu kaybın acısı Türkiye’de üniversitelerimizin ve araştırma kuruluşlarımızın hepsinde yakından hissedilecektir. Çünkü hemen bütün bu kuruluşlarda Profesör Asım Barut’la birlikte çalışmış, onun gösterdiği bir yolda, onun yardımıyla araştırma yapmış ve sonuç almış öğretim üyeleri ve araştırmacılar vardır.
Asım Barut, 1955–1960’lardan itibaren teorik fizik dalında Türk araştırmacılarının adını Avrupa’da ve Amerika’da duyurmaya başlamış değerli bir bilim adamımızdı. Feza Gürsey’le beraber fizik dünyasının başlıca Türk yıldızlarından biri idi. 1926’da Malatya’da doğmuş, ortaöğrenimini Türkiye’de tamamladıktan sonra elektrik mühendisliği öğrenimi yapmak için İsviçre’ye gönderilmişti. Orada Zurich’in ünlü Teknik Üniversitesi ETH’de okurken, temel bilim konularına yönelmiş ve mühendislikten fizikçiliğe geçmeye karar vermiştir. Doktorasını 1952’de ETH’de, mühendislik ile fizik arasında bir konuda tamamladıktan sonra ABD’ye gitmiş ve orada Chicago Üniversitesi’nde teorik fizik ve matematik okumaya devam etmiştir. Kendi çabalarıyla İngiltere’de, Kanada’da ve Amerika’da tanınmış üniversitelerde teorik fizik dalında araştırma görevlisi olarak çalışma olanağı bulmuş ve bu süre esnasında yaptığı buluşlar sayesinde 1962’de ABD’de Colorado Üniversitesi’ne teorik fizik profesörü olarak atanmıştır.
Colorado Üniversitesi’nde profesör olarak 30 yılı geçen öğretim ve araştırma hayatında Asım Barut, fiziğin hemen bütün temel alanlarında değerli araştırmalar yapmış, birçok buluşlar gerçekleştirmiştir. Aynı zamanda kendi enstitüsünde, Türkiye’den gelen yüksek lisans ve doktora öğrencilerine sürekli olarak yardımcı olmuş, birçok genç fizikçimizi yetiştirmiştir.
Trieste’deki uluslararası teorik fizik merkezinin de kıdemli öğretim üyelerinden birisiydi. Araştırmacı olarak, güçlüklerden yılmayan, iyimserliğini kaybetmeyen ve olayların nedenlerini araştırırken her zaman değişik yaklaşımlar bulabilen yapısı sayesinde çok verimli bir bilim hayatı geçirmiş, yüzlerce araştırma makalesi ve birkaç kitap yayımlamış, ödüller kazanmıştır. TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü de almıştır.
Türkiye’ye sık sık gelir, üniversitelerimizde seminerler verir, yaz okulları yönetirdi. Kendisiyle son görüşmem birkaç ay önce Edirne’de, Trakya Üniversitesi’nde yeni kurulmuş olan Teorik Araştırmalar Merkezi’nde olmuştu. Bu merkezin bilimsel yöneticiliğini üzerine almıştı. Bugün üniversitelerimizin belki en büyük gereksinmesinin, uluslararası düzeyde araştırmacı öğretim üyesi bulmak olduğunu biliyoruz.
İşte Prof. Barut bu merkezi böyle bir bilim yuvası haline getirmek için canla başla uğraşıyordu. Edirne’den İstanbul’a beraber döndük. Yolda konuşurken bana yüksek enerji fiziğine değişik ve pratik bir açıdan yaklaşan teorisinin bazı sonuçları hakkında bilgi vermişti.
Ben de kendisine siyaset anılarımı yazmakta olduğumu söylemiştim ve fizik araştırmalarında başvurduğumuz bazı yaklaşımların benzerlerinin toplum olaylarına yön vermeye çalışırken de yararlı olabileceğini belirtmiştim. Bundan etkilenmişti ve şimdi bilim dünyasında çok revaçta olan kaos olaylarının incelenmesinden çıkan iki sonuca hemen işaret ederek bunların da siyaset hayatında etkileri olabileceğine işaret etmişti. Bu düşüncesini buraya alırken anısına saygımı da ifade etmiş oluyorum. Özellikle birincisi şu: Çok karmaşık olayların adım adım incelenmesi, bunlar üzerinde ayrıntılı öngörüler yapılması pek mümkün değil, ancak bu olayların faydalı bir yanı var. Bazı sistemlerde çeşitli etkenler bir araya gelerek, sistemi sonunda bir denge durumuna götürüyorlar ve denge durumunun fazla bozulmasına da izin vermiyorlar. Ekonomimizin ya da toplum yapımızın böyle bir özelliği sanki varmış gibi görünüyor. İkinci özellik de şu: Karmaşık sistemlerde, sistemin, sonunda hangi denge durumuna varacağı ya da varıp varmayacağı sorusu, başlangıçta hangi konumdan hareket ettiğine bağlı. Bu özelliği toplum olaylarına taşımak istersek, herhangi bir anda bir kişinin ya da kuruluşun kararı ve davranışı, olayların gelişme doğrultusunu belirleyici bir rol oynayabilir. Kişilerin tutumu son derece etkileyici oluyor.
Şüphesiz bu benzetmelerin toplumsal olaylarda ne kadar geçerli olduğu, uzun boylu araştırmaya değer konular. Ancak Barut’un kendine özgü canlı muhayyilesiyle bana derhal bulup hatırlattığı bu benzeyişleri çok dikkate değer bulmuştum.
Çok verimli her bilim adamı gibi Asım Barut da birçok çalışmasının doğru sonuçlar verdiğini yaşamı içinde görme mutluluğuna ermişti. Buna karşılık bazı çalışmalarının gerçek değerinin anlaşılması gelecek günlere kalmıştır. Zaman içinde bu değerin gittikçe artacağına inanarak, kaybettiğimiz arkadaşımıza rahmet dilerken, öğrencilerinin ve çalışma arkadaşlarının, onun hatırasını canlı tutacak araştırmalara devam etmelerini diliyorum.

Bilim ve Teknik Dergisi

Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995
Basında Asım Orhan Barut | Fizikte Çığır Açan Büyük Kaybımız Asım Orhan Barut | Bilim ve Teknik Dergisi, Şubat 1995

Basında Asım Orhan Barut | BİR BİLİM ADAMININ ARDINDAN | Prof. Asım Barut Anısına | Nuri Ünal | Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi Fizik Bölümü, Antalya.

Bilim ve Ütopya Dergisi

Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi
Basında Asım Orhan Barut | 2005 Dünya Fizik Yılında Çağdaş Türk Fizikçileri | Feza Gürsey, Asım Orhan Barut, Cahit Arf, Oktay Sinanoğlu, Behram Kurşunoğlu, Cavid Erginsoy, Fikret Kortel, Rauf Nasuhoğlu ve Erdal İnönü | Yaşamları, fiziğe katkıları, eğitimci kişilikleri | Bilim ve Ütopya, Kasım 2005, Sayı: 137 | Aylık yaygın bilim, kültür ve politika dergisi

Çağdaş Fizik Dergisi

Basında Asım Orhan Barut | TEMEL BİLİMLER: DÜN, BUGÜN VE YARIN | Çağdaş Fizik | Bilimsel ve Mesleki Dergi | Sayı:14, Kasım 1982

Temel Bilimler: Dün, Bugün ve Yarın

Çağdaş Fizik | Bilimsel ve Mesleki Dergi | Sayı:14, Kasım 1982 | Asım Orhan Barut

Bilimin günlük amacı, etrafımızdaki olayları (kendimiz de dahil) dikkatle, ayrıntılarıyla ve sabırla incelemektir. Daha sonra bu incelemeleri insanlığın yığılmış tecrübe ve bilgi yapısına bağlamak ve nihayet en önemli olarak da bu yapıdan, olayların altındaki basit fakat genel tabiat kanunlarını bulmaktır. Bu temel konular olmasa bilim de olmazdı.
Özellikle fiziğin hedefi de fizik kanunlarının en kesin ve şümullü şekillerini bulmak, onları en genel olarak matematik ve fizik lisanıyla yazmaktır. Çünkü bir iki satırlık bu kanunlar insanlığın binlerce yıl topladığı tecrübeleri hülasa ederler. Fizik kanunları, olayların zamanla değişimini gösteren hareket denklemlerini, onların güzellik ve simetri özelliklerini ifade ettikleri gibi, maddenin en basit temel taşlarından başlayarak gördüğümüz binbir şekliyle nasıl yapıldığını izah ederler. Bugünkü bildiğimiz bütün fiziki olayları ve fiziki maddeyi, şimdi bir iki basit fizik kanununa ve bir iki basit temel taşa dayanarak izah edebileceğimize inanıyoruz.
İnsanın derinde yatan ruhi bir ihtiyacı var: Etrafımızda olan bitenlere bir sebep bulmak ve doğada bir düzen görmek.
Etrafımızdaki, daima değişen, sonsuz sayıda, sonsuz türlü, sonsuz şekilli hadiselerin temel sebep ve kaidelerini bilmeseydik, şaşkın, yardımsız, kaybolmuş bir hayat sürecektik. Düzensiz bir dünyada yaşamayı kim ister? Bu sebeple merak ettiğimiz olayları kontrol etmek, ileriyi görebilmek de yalnız onların temel kanunlarını keşfetmek ve anlamakla mümkündür. Bilim tarihi de bunu kesinlikle gösteriyor. Eminim ki bütün bilim adamları, bilhassa fizikçiler, doğanın insan zekasıyla anlaşılabileceğine, doğanın iyi yapıldığına, doğa olaylarının gayet basit ve güzel temellere dayandığına, madde ve hareketin değişmez ve kesin kanunları olduğuna inanıyorlar. Yoksa neden bütün güçleriyle, bütün düşünceleriyle bu prensipleri arasınlar.
Şu satırları dinleyelim: “Doğa olaylarının muntazam tekrarlanmasında, gün, gece ve mevsimlerin değişmesinde, rüzgarların ve bulutların gelişmesinde, yıldızların hareketinde, yerin ve göğün yaratılışında, insana, olayların altındaki birliğe ve büyüklüğe kafi derecede işaret verildi. İnsan, doğayı dikkatle takip etsin ve bakmak ve düşünmekle onun zenginliği ve çeşitliliği altında yaratılışın büyüklüğünü ve birliğini anlasın!”
Bu satırlar, bu sene 150. ölüm yıldönümünde bütün dünyada anılan Alman şair, yazar ve bilim adamı Goethe’ye bütün hayatınca derin bir tesir yaptı. “Herhalde o zamanın bir bilim adamı tarafından yazılmıştır” diyeceksiniz. Bu satırlar Kur’an’dandır. Goethe, genç yaşında Kur’an tercümesini okuyor ve eserlerinde ve hayatında yukarıdaki konuya daima dokunuyor, bilhassa “Doğu-Batı Divanı” ismindeki kitabında. Bu noktada din ve modern fizik tam aynı fikirde. Bilim adamı da bütün olayları içine alacak bir tek teoriyi bulmaya çalışıyor. Doğayı incelemeye ve onun kanunlarını bulmaya Kur’an’da davet ediliyoruz; fakat ikiyüz yıl evvel Goethe ve bütün Batı, doğaya dönmüş, büyük inanç ve heyecanla doğanın sırlarını ararken, bizde temel bilimlere hiç önem verilmiyor.
Daha evvel, 8. ile 12.-13. yüzyıllar arasında temel bilimler, tıp ve felsefe doğuda derin izler bıraktı. Hükümdarlar bilim merkezleri kurdular, bilim adamlarını bir araya getirdiler (Bilim adamları bir arada toplanmayı büyük bir ihtiyaç olarak hissederler. Yaratıcı çalışma, fikir değiş tokuşundan hız alır). Ancak, Uluğ Bey’in meşhur rasathanesinin şimdi sadece temel taşları duruyor.
Onüçüncü asırla yirminci asır arasında Osmanlı Devletinde, temel bilimlerde hemen hemen hiçbir gelişme bilmiyoruz. Bu, üzerinde düşünmemiz gereken ve ders alacağımız bir soru. Bunun sebeplerini arayalım: Kendi içimize kapanıp, gelişmeye başlayan Batı ile fikir alışverişi yapmamak, okuma yazma bilenin pek az olması, matbaanın icadından ancak 200 sene sonra bize gelmesi ve dolayısıyla okuyan bir alt tabaka halkın bulunmaması ve dinin Goethe’nin anladığı gibi anlaşılmaması; ve sonucu biliyoruz.
Yapayalnız bırakılmış bir insan nasıl normal bir tekamül yapamazsa, dışarılarla ilişkisini kesmiş ülkeler de sağlam bir gelişme yapamazlar.
Bilim bitmiş bir iş değildir. İnsanlık tarihi içinde bakılırsa, bilim henüz başladı diyebiliriz.

Bilim Adamı Yetiştirme Seferberliği Gerekli

Cumhuriyet Bilim ve Teknik Eki | Sayı 1, 21 Şubat 1987 | Füsun Özbilgen

Fizikçi Asım Orhan Barut, “50 bin bilim adamı yetiştirsek, Batı Ülkeleri düzeyine ulaşırız” görüşünde…
- Sizce Türkiye’de bilim nereye doğru gidiyor? Gelişiyor mu, yoksa geriliyor mu?
Prof. Barut: Türkiye’nin en büyük konusu bence bilim adamının az olması. Bilim adamı az olunca her dalı takip etmelerine imkan kalmıyor. Bence bilim adamı sayısını arttıracak bir seferberlik lazım Türkiye’de. Batı ile aramızdaki fark azalmıyor, artıyor. Bunun önüne geçmek için tek yol, yeterli sayıda bilim adamı yetiştirmektir. Bana öyle geliyor ki, eğer dört-beş üniversitemiz en yüksek seviyedeki bilim adamlarını bir araya toplayarak bilim adamı yetiştirmek için tüm gayretleriyle beş senelik bir program uygulasalar bu soruna çözüm getirilebilir.
Seferberlik gibi bir program lazım. Nasıl Boğaz’a yeni bir köprü yapıyoruz. Atatürk Barajı gibi bir baraj yapıyoruz; işte onlar gibi büyük bir proje olarak ele alınmalı. Belki pahalıya mal olacak, ama öyle bir proje pahalıya mal olur. Öyle bir proje olursa ancak sonuca ulaşılabilir. Benim tahminim bize 50 bin bilim adamı lazım. 5-10 sene içinde bunları yetiştirmek zorundayız. Her konuda yetişmiş bilim adamı sayısını çoğaltmamız lazım. Mesela 3-4 bin fizikçi, kimyacı lazım. Çin böyle bir programı takip etmeye başladı. Bundan önce Japonya yaptı ve başarılı oldu. Japonya’nın gelişmesinin sebebi yeterli sayıda bilim adamına sahip olması. Sovyetler Birliği de yaptı bunu. Şimdi Kore yapıyor. Bilim adamı yetiştirmek için yapılan harcama hemen bugünden yarına sonuç göstermese bile, bence en önemli yatırımdır Türkiye için.
- Türkiye’de genellikle hazır teknoloji ithali diye bir olay var. Bizim bilim adamlarının üretecekleri teknoloji yerine yabancı ülkelerde hazır olan teknolojileri kullanmak yeğleniyor.
Prof. Barut: Evet, maalesef. Ama bu problemi çözmüyor. Eğer bugün hazır teknoloji getiriyorsak, 25 yıl sonra yine hazır teknoloji getirmeye mecbur kalacağız. Halbuki biz, bilim yapmaya bugün başlasak, 25 sene sonra ihtiyaç kalmayacak. Diğer ülkelerin yaptığı gibi kendimiz yapacağız.
- Siz bir teorik fizikçi olarak kendi alanınızı sokaktaki insana nasıl anlatabilirsiniz? Yani, teorik fizik sokaktaki insanın ne işine yarar?
Prof. Barut: Bence ilk başta bu bir kültür meselesi. Sokaktaki bir gence ‘Uçak nasıl oluyor da uçuyor; şu elinizdeki mini-teyp nasıl işliyor, elektrik nedir, neden yıldırım var, zelzele neden oluyor, güneş tutulması neden oluyor, aya nasıl gidildi’ gibi hadiseleri anlatın. Bunların nedenlerini anlatın; merakını uyandırın, doğanın ne kadar daha derin olduğunu anladıkça hayrete düşer. İnsan sadece gıda, aile ile yaşamıyor. Derin bir ihtiyacımız var. Belki çok eskiden, insanlığın başından beri bilmek ihtiyacı var. Neyiz, niye yaşıyoruz bilmek istiyoruz. Dünyaya gelmemiz sadece yiyip içip, çocuk sahibi olup, ölmek için mi acaba? Belki din buna ‘Allah böyle ister’ diye bir cevap veriyor, ama biz yine de diyoruz ki, Allah böyle dese bile nasıl yapmış? Daha da derine gitmek istiyor insan.
- Türkiye’de tartışılan bir konu da metafiziğe dönük düşünce tarzının gelişmesi. Siz bir fizik bilimcisi olarak, metafizik konusunda ne düşünüyorsunuz?
Prof. Barut: Tabii bilim başlangıç aşamasında bence. Her konuya, her soruya cevap veremiyor. Bilmediğimiz olaylar için metafizik bir sebep bulmak şarlatanlık oluyor. Dünyanın her tarafında oluyor bu. Eğer bir şeyi bilmezse insanoğlu, korkuya kapılıyor. Korkunca da bir dayanak, bir destek bulmak istiyor ve onun için başka yollara sapıyor. Güzel bir hikaye vardır. Meşhur Türk matematikçisi Nasrettin Tusi; 1240’ta küresel trigonometriyi icad eden astronom Tusi, Hülagü’den bir araştırma merkezi kurmak için 20 bin altın istiyor. Hülagü bu parayı vermek istemiyor. Tusi şöyle bir deney yapıyor Hülagü’nün yanında. Otururlarken bazı askerleri ilerdeki bir tepenin ardına gönderiyor. Bu tepenin ardında askerler birden kazanlar, davullar çalarak büyük bir gürültü koparıyor. Bu gürültü patlayınca bütün insanlar panik içinde kıyamet koptu diye kaçışmaya başlıyorlar. Sadece istifini bozmadan oturan Hulagü ile Tusi kalıyor. Çünkü onlar bu gürültünün sebebini biliyorlar. Tusi, Hulagü’ye diyor ki: “Bakın hakanım, biz olayların sebebini bildiğimiz için burada korkmadan ve kaçmadan oturuyoruz. Ama halk korktu, kaçıyor. Eğer siz güneş tutulmasını önceden bilmek istiyorsanız, fırtınanın ne zaman geleceğini bilmek istiyorsanız kurun bize bu araştırma merkezini” diyor ve parayı alıyor. Maraka rasathane ve gözlemevinin temeli Tebriz’e yakın bir yerde hala duruyor.
Bu hikayeyi şunun için anlattım: Bugün bilimin cevap veremediği sorular var. Halk başka alanlara yönelebiliyor bu cevapları bulmak için.
- Bu bağlamda son yıllarda bir de YÖK sorunu çıktı. Pek çok bilim adamı da üniversiteden uzaklaşmaya başladı.
Prof. Barut: Evet bin kadar bilim adamı üniversiteden ayrıldı diye bir sayı gördüm. Bu çok kötü. Yeni üniversitelerin, Anadolu’da çeşitli üniversitelerin açılmasına ben taraftarım. Ama iyi merkezlerden bilim adamlarını göndererek, merkezleri dağıtarak ortada hiçbir şey bırakmamak iyi değil. Çünkü dediğim gibi bilim adamı yetiştirmek için birkaç tane, Amerikalıların “Centre of Excellence” dedikleri, en yüksek kalitede bilim merkezi kurulması lazım.
Bu yetişen bilim adamları sonra gönderilebilir, ama merkez dağıtılırsa bilim adamı nerede yetişecek? O zaman işe nasıl başlayacağız? Türkiye yurtdışına gitmiş genç bilim adamlarını ve üniversiteden uzaklaşmış yetişmiş elemanlarını toplayıp, bilim için bir seferberlik ilan ederek geleceğe yatırım yapmalıdır.

“Fizikte Başa Dönülmeli”
Fiziğin Gündemi Üzerine

İnsan ve Kainat | Şubat 1987 | Ramazan Aydın

Fizikte kuantum, elektrodinamik üzerindeki çalışmaları ve bilime katkıları ile ünlü bilim adamımız Prof. Dr. Asım O. Barut, geçen yılın Aralık ayında İstanbul’daydı. Kendisi ile Boğaziçi Üniversitesi’nde görüştük.
Profesör Barut’un açıklamaları, birçok konuda bizleri yepyeni ufuklara götürüyor!..
- Bugünkü fiziğin gündeminde bulunan konularla ilgili teorik ve deneysel çalışmalar bize neyi vaad ediyor? Mesela, fiziğin uzun yıllar boyunca çözemediği problemler hakkında, bu çalışmalar sonucunda neler söylenecektir?
A. Barut: Fiziğin gayesi, maddenin yapılışını anlamak, kainatın yapılışını anlamak. Hatta daha geniş bir perspektif içinde bakılırsa: “Fizik, insanoğlunun kainattaki yerini arar” denebilir. Onun için her zaman fiziğin temel taşlarının neler olduklarını araştırıyoruz. Etrafımızda gördüğümüz radyasyon ve maddeden tutun da, bütün kainatımıza kadar her şey nelerden ve nasıl oluşmuştur? Maddenin temel yapı taşları ve etkileşmeleri nelerdir?
Burada, fiziğin muvaffakiyetinin sebebini de zikretmek gerekiyor: Fizik daima çok geniş bir sahadaki soruları, gayet derin ve az sayıda prensiple cevaplandırmaya çalışmış ve bunda da bugüne kadar muvaffak olmuştur. Gaye, önceden birbirinden ayrı ve bambaşka olarak gördüğümüz olayları tek bir sebebe indirmektir. Mesela, elektrikle magnetizmanın aynı olması, ısı ile moleküllerin hareket enerjisinin aynı olması, kimyasal kuvvetlerle elektrik kuvvetlerinin aynı olması. Bütün bunlar başta bambaşka olaylar gibi görünüyorlardı. Şimdi fizikteki yeni gelişmeler sayesinde, tabiat olaylarının daha da az sayıda mefhum ve kanunla açıklanabilmesini istiyoruz.
Fizikçiler bugüne kadar daima maddenin en küçük yapıtaşlarını aradılar. Asrımızın başında bu temel yapı taşının atom olduğu sanılıyordu. Sonradan atomların içine girerek, çekirdeklerin varlığını öğrendik. Gene 1932 senesine kadar iki temel parçacık biliyorduk: Elektron ve proton. Yani atomun içinde ne var? Çekirdeğin içinde ne var? Protonun içinde ne var?... Bu böyle devam etti. Nihayet işin sonu şuna geliyor: Tabiatın en elementer parçacıkları nelerdir? Derginizde çıkan bazı yazılardan da anlaşıldığı gibi son zamanlarda bu parçacıkların sayısı bir hayli çoğaldı. Birçok yeni parçacıklar keşfediliyor. Bunların hepsi kararsız parçacıklar.
Teorilere gelince, bunlar da bazen deneyden önce, bazen de deneyden sonra gelişiyorlar. Daima, teorinin hangi temel yapı taşlarından yola çıktığına bakılır. Mesela, KED şu temel parçacıkları temel olarak kabul ediyor. Elektrozayıf Teori dediğimiz teoriler ise başka parçacıkları temel kabul ediyorlar. Ondan sonra onların etkileşmeleri yazılıyor. Birbirlerini nasıl etkiliyorlar? Bu etkiler dolayısı ile diğer etkiler nasıl doğuyor? Onun için elementer parçacıkları nasıl sınıflandıracağımız problemi ile karşı karşıya kaldık. Ben, bilim hayatımın başından beri bu işle uğraşıyorum. Son 20-25 senedir vuku bulan gelişmeler, bu problemi önümüze getirdi. Yani, bu elementer parçacıkların hangi simetri özellikleri vardır ve bu sınıflandırmada en az kaç temel parçacıkla iktifa edebiliriz? 1960’lı yılların başlarında bunlar 3 tane idi, “3 tane quark” denildi. Herkes “3 uygun rakamdır” diye düşündü ve iyi bir noktaya gelindiğine inanıldı…
- “3” neye göre uygun bir rakamdır efendim? Yani, “3 tane quark” yeterlidir denirken, bunun kriteri neydi?
A. Barut: Hiç! Bunun, derin ve temel bir sebebi yok! Herhalde 3 küçük bir sayı olduğu için. Bir tane olsa daha da iyi olurdu tabii. Fakat 1’le yapılamadı. Demek istediğim, bu sayı pekalâ 3 değil de 4 olabilirdi. Yani, fizikçiler temel parçacık sayısını asgaride tutmak istediler, sebep bu. Fakat öyle kalmadı! Üçten dörde, beşe, altıya, ilh… Bu böyle sürüp gitti. Şimdi yüzlerce parçacığa çıktık. Bence bu iş biraz aşırı oldu. Fenomoloji son 20 yılda çok hızlı gelişti, değiştirildi. Biz fizikçiler oturup, derin düşünmeye zaman bulup bir genel değerlendirme yapamadık. Tabiî, bu benim fikrim, başkaları değişik düşünebilir. Her şey çok hızla değişiyor, her geçen gün temel parçacıkların sayısı artıyor. Bence artık öyle bir noktaya geldik ki, fizikçiler zorlukların farkına varıyorlar. Yine benim kanaatimce, geri dönüp en baştan yeni bir değerlendirmeyle işe başlamak lazım: “Acaba maddenin gerçek temel yapı taşları nelerdir?” diye.
- Fizikte bir antimadde bahsi var. Atom altı yapıya inildikçe, bulunan her yeni parçacık için bir de antiparçacık keşfediliyor. Buradan hareketle, yani mikrokozmosdan makro-kozmosa çıkarak, bir antikainat düşüncesi de akla gelebilir mi?
A. Barut: Evet. Böyle bir düşünce tabiî ki akla geliyor. Fakat bu lüzumlu da değil. Yani, bir antikainatın var olması matematik bir mecburiyet değil. Biz madde ve antimadde ile işe başlasak; mesela eşit sayıda elektron ile eşit sayıda pozitron alsak. Eğer bazı bileşik parçacıkların yapısında, temel anti parçacıklar varsa, bu anti parçacıklar o bileşik parçacığın içinde saklanacakları için serbest olarak gözlenmeyebilirler. Üzerinde çalıştığım bir pozitron modelinde proton, iki pozitron ve bir elektrondan oluşuyor. Böylelikle, iki elektron ve iki proton gibi madde-antimadde açısından simetrik bir başlangıçtan 1 elektron ve 1 pozitron gibi iki parçacığa geçiliyor. Böyle bir yaklaşım, galaksimizdeki madde-antimadde asimetrisini (simetri olmayışını) izah edebilir. Çünkü başlangıçta simetrik olarak başlıyorsunuz, sonuçta antimadde olarak kalmıyor; çünkü, maddenin içinde gizlenmiş. O zaman da eşit sayıda elektron ve proton olacak, yani toplam elektrik yükü sıfır olan bir kainat. Bizim yakın çevremizde antimadde yok. Suni olarak laboratuarda yapabiliyoruz. Acaba, antimaddeden oluşan galaksiler var mı? Bu da ayrı bir sual, ama cevap veremeyiz.
- Bir de kainatın evolusyonu meselesi var. Bunu şimdiye kadar anlayabilmiş miyiz? Anlayamamış isek, bunu anlayabilmemiz sizce neye bağlıdır?
A. Barut: Kainatın evolusyonu, evet; bigbang’den (büyük patlama) bugüne kadar… Bu konular benim çalışma sahamın dışında kalıyor. Fizikçiler çeşit çeşit. Bir açıdan ikiye ayrılıyorlar: Bazıları spekülasyonu seviyor, spekülatif faraziyeler yürütüyorlar. Diğerleri muhafazakar. Ben kendimi muhafazakar kabul ediyorum. Kozmoloji bana pek spekülatif geliyor. Tabiî “kozmoloji lazım değil” demiyorum, çok lazım. Sadece, ben spekülasyondan kaçınan birisi olduğum için, benim mizacıma uygun değil. Benim kanaatime göre, kainatın evolusyonu henüz faraziye halinde.
- Bugün fizikte öyle teoriler var ki, kendi içlerinde tutarlı oldukları halde deneyleri yapılamıyor; ve belki daha uzun bir süre de yapılamayacak. Fiziğin bugünkü sınırları içinde bu teorileri doğrulayacak deneyler için, ya fiziki imkanlar yok, ya da deney düşüncesinin sınırları o noktaya gelmemiştir. Genelde bir teorinin zaferini deney tayin ettiğine göre, deneyi yapılamayan teorilerin durumu, akıbeti ne olacak?
A. Barut: Evet, teorinin mümkün olan durum-larda doğrudan doğruya, olmazsa dolaylı olarak deneyle karşılaştırılması lazım. Bazı teorilerin kabul edilebilmeleri için şart olan bazı deneyler varsa ve bu deneyler yapılamıyorsa, bu konuda beklemekten başka yapılabilecek bir şey yoktur. Hani bir hikaye vardır: Pauli ‘Nötrino Hipotezi’ni ortaya attığı zaman, “Büyük hata yaptım. Öyle bir parçacık öne sürdüm ki, gözlenmesine imkan yok. Hata ettim, günah işledim” demiştir. Fakat, sonradan nötrino gerçekten gözlendi. Tabiî dolaylı olarak.
Bir de şunu söyleyeyim: Bir teorinin en başından, doğruluğuna kesin emin olduğumuz zamana kadar başka teorilerle, başka hipotezlerle rekabet içinde olması lazım. Tek bir teoriyi kabul etmek, geliştirmek zor. Teorileri sadece deneyle değil, başka teorilerle de karşılaştırmak gerek. Bir teoriyi, hipotezi aykırı teoriler ve hipotezlerle karşılaştırarak en genel ve en basiti seçmek imkanımız olur.
- Kuantum elektrodinamiği (KED) konusunda yapılamayan deneyler var mı?
A. Barut: KED şimdiye kadar nisbeten en iyi anladığımız teori. KED, temelde elektronlarla ışığın birbirlerini nasıl etkilediklerini ve birbirlerini nasıl doğurduklarını inceliyor. Fiziğin en hassas ölçümleri; mesela (g-2) ve Lamb Kayması bu alanda yapılmaktadır. En iyi teori olmasına rağmen, KED’nin henüz tam bilemediğimiz yönleri var. Mesela, KED’nin çok küçük mesafelerdeki davranışını henüz anlayamıyoruz. Bir elektronla bir pozitronu çok yüksek enerjilerde çok yakına getirince ne gibi olaylar olur? Bunu henüz bilemiyoruz.
- “Çok yakın” demekle kastettiğiniz mesafe ne kadardır?
A. Barut: 1 Fermi (10-15 metre) ve daha kısa mesafelerdir. Şimdi, elektronların özelliklerini atomlara has mesafelerde (10-10 metre) çok iyi anlayabiliyoruz. Fakat, daha kısa mesafelerde yapılan deneyler bize yepyeni olaylar gösteriyor. Elektron-pozitron rezonansları, yani elektronla pozitronun yeni biçimlerde kısa ömürlü bileşimleri. Fakat, acaba bütün bunlar, hakikaten KED ile açıklanabilecek davranışlar mıdır? Yoksa doğru bir açıklama yeni etkileşmeler mi gerektirecek? Asıl mesele burada! Şimdiye kadar, elektrodinamik kuvvetlerin yanı sıra küçük mesafelerde etkili bazı yeni kuvvetler de kullanıyoruz? Zayıf etkiler, kuvvetli etkiler yani çekirdek kuvvetleri. Fakat beni yakından alakadar eden bir başka görüş, “Bu kullandığımız yeni kuvvetler gerçekten tabiatın davranış biçimi midir? Yoksa, elektrodinamiğin kısa mesafelerdeki görünüşü müdür?” sorusunu soruyor. Cevabını henüz bilmiyoruz.
- Son yıllarda; fizikçiler, matematikçiler ve kozmologlar arasındaki ilişkilerin gittikçe yoğunlaşmakta olduğunu görüyoruz. Halbuki yakın zamanlara kadar teorik fizikçiler deneycilere daha yakın çalışıyorlardı. Bu yeni kompozisyon ne gibi gelişmeler sağlayabilir?
A. Barut: Geçen asırda fizikçilerle matematikçiler arasında pek fark yoktu. Geçen yüzyılın en büyük matematikçileri, aynı zamanda büyük fizikçilerdi. Mesela Gauss, Klein, Riemann, Weber ve Maxwell. Bunların hepsini, hem büyük matematikçi ve hem de büyük fizikçi olarak tanıyoruz. Çünkü hepsi matematiği tabiatı anlama aracı olarak kullandılar. Aslında fizik ve matematiğe biraz daha derinden bakılırsa, ikisinin de felsefenin birer kolu olduğu görülür. “Tabiat Felsefesi” yerine şimdi “Fizik” diyoruz. Kozmoloji de aynı: Kâinatın Felsefesi.
Fakat sizin de belirttiğiniz gibi, tekrardan bir yakınlaşma var. Ben, şahsen matematik ve geometriyi fiziğe çok yakın buluyorum. Yani uzayın ne olduğunu geometri ile anlıyoruz. Geometri bence fiziğin ayrılmaz bir parçası. Çünkü fiziki hadiselere göre, biz en uygun geometriyi uzaya tatbik ediyoruz. Yine, “eğri uzay” diye de bir şey olmadığı kanaatindeyim. Uzay, sadece uzaydır, noktalardan ve zamandan oluşur. Ama, bu uzaya eğri geometri konabilir. Bazı olayları daha iyi anlayabilmek için, bir uzaya Öklid Geometrisi koyarız, gene aynı uzaya, başka olayları anlamak için Minkowski Geometrisi koyarız veya bambaşka bir problemde eğri bir geometri kullanırız. Bu yapılırken fizik, dinamik yol gösterici olur.
Öğrenciler ve bazı gençler “Uzay nasıl eğridir?” diye düşünüyorlar. Uzayı düşünmek pek kolay değil. Zaten uzaya mana veren, noktalardan meydana gelmiş bir koordinat sistemidir. Bu noktalar da madde ile anlam kazanır. Yani, maddenin oluşturduğu mekan noktaları ile zaman koordinatları. Bu koordinatlar arasındaki ilişkiler geometri ile kurala bağlanıyor. Mesela, bir uzunluğun veya açının değişmezliği şartını koşuyoruz, bir geometri oluşuyor. Koşulan şart, insanın eseri, her zaman tabiatın gerçek davranışı değil. Geometriyi tabiat değil, insan yapıyor. Mesela, biz tecrübemize dayanarak “Öyle bir kuralım ki, orada cetvellerin uzunlukları değişmesin” diyoruz. Sonra, aynı cetvellere hareket halinde bakıyoruz ve uzunlukların değiştiğini görüyoruz; daha değişik bir geometri gerektiği anlaşılıyor. Yani aslında relativite ile geometri aynı şey. Geometri, “hangi büyüklükler değişmesin?” sorusunun cevabıdır. Koordinat sistemini insan yapar fakat, gözlemciden göz-lemciye değişmeyen hadiseler de maddenin temel özelliklerindendir. Buradan da anlaşılacağı gibi geometri ve matematik fiziğe çok yakın. Çünkü bunların hepsinin kaynağı tabiattır. Matematik, tabiatı alıyor, derin hipotezler yapıyor, mücerret hale sokuyor. Fizikçiler de, matematikten ve tabiattan ilham alarak, yeni ve başka teoriler geliştiriyorlar. Bence fizik ve matematik hem aynı kaynaktan çıkıyor, hem de birbirlerine çok yakın. Kozmolojiye gelince: O da genel bakımdan kainatın büyük ölçekteki davranışının fiziği. Fakat, kozmolojide deney yapmak imkansız tabiî.
- Fizikçilerin yıllardır bir “Büyük Birleştirme Teorisi” inşa çalışmaları var. Bütün fizikî olayları izah edebilecek böyle bir teorinin inşası ne derece mümkündür?
A. Barut: Tabii, fizikçilerin arzusu bu. Bütün bilimin gayesi de bu. Öyle bir teori bulalım ki; basit bir-iki hipotezle, basit bir iki tabiat kanunu ile, mümkün olduğu kadar geniş bir sahadaki olayları anlayabilelim. Anlamaktan kastım: Başlangıçta farklı görünen olayları tek bir sebebe indirmek. Bu, daima arzu ettiğimiz bir şey. Fakat bunda ne derece muvaffak olabileceğimiz biraz şüpheli. Çünkü, matematikte bir Gödel Teoremi var. Buna göre, muayyen bazı aksiyomlardan yola çıkıp bir matematik sistem kurarsanız; daima bu aksiyomlarla cevaplandırılamayan sorular bulunabilir veya öyle şeyler ortaya konabilir ki, bu sistem içinde doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamaz. Onun için bana öyle geliyor ki, sonuna kadar varılma ümidi olmasa bile, fizik, bütün fiziki olayların sebeplerini en basite irca etmeye muvaffak olacaktır. Eğer bu yolda ilerleme imkanı olmasaydı, bilim de olmazdı. Her şeyin ayrı ayrı kataloğunu yapardık. Bir hadise hakkında bilgi gerektiği zaman ilgili kataloğa bakardık, başka bir hadisede de başka kataloğa. Biz bunu istemiyoruz. Biz istiyoruz ki, bilim çok basitleşsin. Yine istiyoruz ki, çok az sayıda tabiat kanunu ile mümkün olduğu kadar çok şeyi izah edebilelim. Bu yolun sonuna kadar gidebilir miyiz? Sonlu sayıda aksiyom ile her şeyi izah edebilir miyiz? Muhtemelen edemeyiz. Ama fizik tarihi gösteriyor ki, şimdiye kadar bu yolda daima başarı ile ilerlendi.
- Bütün bilim dallarının zirvelerinde çalışan kuruluşlar ve kişiler, kendi sahalarında getirdikleri yeniliklerle, adeta o sahayı yönetiyorlar. Bir moda akımı gibi diğer bilim adamlarını peşlerinden sürüklüyorlar. Zirvede oldukları için, herkes bunlardan etkileniyor. Bu durumun fizikteki etkileri nelerdir?
A. Barut: Bu belki son senelerin davranış biçimi. Fakat fizik tarihine bakarsak, durum bambaşka. En büyük fizik buluşları ilk başta kabul görmedi. Başlangıçta, bir genç veya yalnız çalışan biri tarafından ortaya atıldı ve kabul edilmedi. Einstein Relativitesi’nin kabulü 15 sene sürdü. Daha bunun gibi pek çok misal var. Kuantum hipotezleri başlangıçta hiç kimse tarafından kabul edilmedi. Atomların mevcudiyetine uzun zaman kimse inanmadı. Mach, Ostwald gibi büyük alimler, atomların varlığına inanmamışlardı. Hakikaten fizikte hamle teşkil eden buluşlar, başlangıçta kabul edilmiyor. Planck, “Yeni fikirler hemen kabul görmez. Ancak eskiler ölünce yeni nesil belki onlara alışır ve kabul eder” der. Fiziğin tarihinde, Galileo’dan Copernicus’a kadar pek çok büyük hamle ilk başta reddedilmiştir. Buradan şunu söyleyebiliriz belki “Fizikte büyük hamleleri gerçekleştirenler; modaya uyanlar değil, ona karşı çıkanlardır”.
Fakat zamanımızda, bir mevzu birdenbire gayet popüler oluyor. Birçok genç, hep birlikte o konuya atılıyor. Sanki, bazı kişiler, fiziğin hangi yöne gittiğini biliyorlarmış gibi bir intiba uyandırıyorlar. Herkes o kişileri izliyor. Gerçekten böyle bir cereyan var son zamanlarda. Bu durumun geçmişi oldukça yeni. Halbuki fiziğin uzun geçmişindeki gelişmelere bakılırsa bunun tam aksi görülür. Belki şu anda bir başkasının önemli bir görüşü var da onu kimse göremiyor!
- Biz, kâinatı bir fizik yapı olarak algılıyoruz. Şu andaki bilinen sınırların ötesinde, fizikötesi bir kâinatın varlığından söz edilebilir mi? Yani, kâinat sadece fizik yapıdan mı ibarettir?
A. Barut: Buna cevap vermek çok zor. Biz, sadece fiziğin kanunlarını arıyoruz. Laboratuarda kendi boyutlarımızda bakacağız: Acaba hangi mesafelere kadar (küçük ve büyük mesafeler), bulduğumuz kanunlar doğru? Bizler için fiziğin sınırları budur. Daima en uç noktalara gidip, kanunların doğruluğunu tahkik etmek. “Uç noktalar” deyince; büyük mesafe olabilir, küçük mesafe olabilir, yüksek basınç, alçak basınç, yüksek enerji, alçak enerji, uzun zaman, kısa zaman, ilh… Bu uç noktalarda inceleme ve deneyler yaparak bakıyoruz: Acaba, bulduğumuz kanunlar nereye kadar ve ne derece geçerli? Mesela, elektromanyetizma kanunları atomdan küçük mesafelerden, galaksiler arası uzaklıklara kadar geçerli. Mesela, radar veya lazer ışınlarını Ay’dan yansıtıp mesafe ölçüyoruz. En uzaktaki galaksilerden bilinen atomik tayf çizgileri gözlüyoruz. Demek ki, elektromanyetik kanunlar oralara kadar geçerli.
- Efendim, bundan sonraki sorularım, ülkemizle ilgili hususlar üzerinde olacak. İlk olarak şunu sormak istiyorum: Türkiye’de bir bilim hareketi başlatabilmek için neler yapılabilir? Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
A. Barut: İTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik bölümünde 5 Aralık 1986 günü verdiğim konferansta da belirttiğim gibi, en önemli nokta: Türkiye’de, yüksek kalitede bilim adamı sayısını çoğaltmaktır. Bunu da, dışarıya çok sayıda adam göndererek değil, kendimiz yetiştirerek yapmalıyız. Ancak bu arada şunu belirteyim: İhtiyaca göre mahdut sayıda elemanın dışarıya gönderilmesine karşı değilim, bu da yapılmalı tabiî. Ama, bilim adamı yetiştirme programının asıl yeri, kendi üniversitelerimiz ve kendi araştırma kurumlarımız olmalıdır. Bunun için 4-5 üniversitemiz seçilmeli, onlara büyük imkanlar tanınmalı ve ülkenin ihtiyacı olan bilim adamlarının yetiştirilmesi görevi bu üniversitelerimize verilmelidir. Önceleri, kaliteli araştırmaların yapılarak bilimin ülkemizde üretilmesi de, mecburen sadece bu üniversitelerimizde olacaktır. Ancak zamanla, ilk olarak 4-5 üniversitede başlayan hareket, tedricen diğer üniversitelere yayılabilecektir. Bunun sonucu olarak da; bilimi ithal etmek yerine, kendimiz üretme yoluna girmiş oluruz. Bu, ülkemizin itibarı açısından fevkalade önemli bir hadise olacaktır. Bu hadise, sizin biraz önce sorduğunuz sorunun cevabı bakımından da çok önemlidir. Yani, araştırma konularını yönlendirenler kimlerdir, moda nedir? İşte o zaman, birçok konuda modayı takip etmek yerine; tayin etmek durumuna gelebiliriz. Şu anda, böyle bir ortamdan mahrum bulunduğumuz için, herkes dışarıya bakıyor; “Kendi alanının modası nedir?” diye, “Onlar neler yapıyorlar?” diye. Eğer kâfi sayıda bilimi, problemleri anlamış ve hazmetmiş bilim adamımız olsa, kendi araştırma problemlerimize kendimiz yön veririz. Yani, bizde de kaliteli araştırma yapılırsa, kabul edilmiş buluşlar olursa, bugünkü durumun tersi olacak tabiî. Bu sefer yabancılar bizim yaptıklarımıza bakacak ve bizim yaptıklarımızı taklit edeceklerdir. Geçmişe bakınca, bütün buluşların muhakkak Batı’dan gelmediğini görüyoruz.
Evet, burada tekrar belirteyim: Moda var, ona kapılıyoruz. Sanıyoruz ki, bir tek yol var. Halbuki, gerçek öyle değil.
- Efendim burada bir şey var: Ülkemiz insanı, giyinmek için bile Pierre Cardin’in kalemine bakıyor…
A. Barut: Evet. Fakat bu nereye kadar gider? İlim bizde de yapılırsa, bizde de bir ilim modası başlatabiliriz. Bunun için, İnsan ve Kainat gibi, Bilim Teknik gibi popüler dergilerin yanı sıra, her bir bilim dalı için yüksek seviyede ve kalitede, orijinal çalışmaların basılacağı bilim dergilerinin de yayınlanması lazım. Zira, yapılan araştırmaların seviyeli bir dergide muntazam yayınlanması, bilimsel çalışmalarda çok önemlidir. Bu yapılmazsa, kimin nerede ne yaptığını takip etmek mümkün olmaz. Ayrıca, bu dergilerin milletlerarası itibarının olabilmesi için, iyi bir süzgeç sistemi kurulmalıdır. Yayınlanacak yazıların, konunun uzmanlarının hakemliğinde incelenmesi yoluyla, bir süzgeçten geçirilmesi şarttır.
Sözünü ettiğimiz bu dergileri kimin finanse edeceği sorusu akla geliyor. Bunu, mesleki dayanışma dernekleri devletle işbirliği yaparak veya müstakilen finanse edebilirler. Veyahut da birçok ülkede örneğini gördüğümüz şekilde, yayınlanacak makalelerden yayın ücreti alınabilir. Makale yazarının bağlı olduğu kurum da bu yayın ücretini üstlenebilir. Tabiî bu sistemin uygulanabilmesi için de söz konusu dergilerin çok kaliteli ve yüksek prestijli olmaları lazımdır.
- Son bir soru olarak: Ülkemiz bilim adamı adaylarına ve genç bilim adamlarına vermek istediğiniz özel bir mesajınız var mı?
A. Barut: Gençlerin kabiliyetleri doğrultusundaki alanlara yönelmeleri ve yönlendirilmeleri gerekir. Daha sonra da her genç, kendi sahasının temellerini çok iyi öğrenmeli, lüzumlu becerileri en iyi şekilde kazanmalıdır. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus da düşünmesini öğrenmektir. Bir konunun nasıl düşünüleceğini muhakkak ve çok iyi öğrenmelidir. Düşünce disiplini kazanmak ve problem analizini iyi öğrenmek fevkalade önemlidir. Bu olduğu taktirde o genç, sadece kendi sahasının problemlerini değil, diğer sahaların problemlerini de çözebilir. Çünkü, problem çözmenin yolunu iyi öğrenmiştir. Size bu konuda söyleyebileceğim en önemli isimlerden biri, Walter Gilbert'tir.
Düşünce adamı demek, yetişmiş insan demek; tabiata ve hayata tereddütsüz, korkusuz bakmasını bilen insan demektir. Gençlerimizi yetiştirirken, bu konuyu ihmal edemeyiz.

Fizikçinin Doğaya Bakışı
Asım Orhan Barut’un Kaleminden…

Cumhuriyet Bilim Teknik | Sayı: 408, 14 Ocak 1995 | Asım Orhan Barut

Asım Orhan Barut’a 1982 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nce verilen “onursal doktora” nedeniyle basılan kitap.
(Asım Orhan Barut’un yaşama, doğaya ve bilime bakışına dair kaleme aldığı bu yazısı 1982’de Karadeniz Teknik Üniversitesi’nce kendisine verilen “onursal doktora” nedeniyle basılan kitaptan alınmıştır.)
Belki beş bin, belki on bin sene evvel insanoğlu sormaya başladı: “Neyim, neredeyim, etrafımdaki doğa ne, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?”. Tarih boyunca yavaş yavaş filozoflar, dinler bu derin soruyu cevaplandırdılar. Bu cevaplar bu düşünceleri sınırlayan geniş bir çerçeve yaratırken, bu çerçevenin içindeki tablonun teferruatını doldurmak insana, bilim adamına kaldı. Teferruatlar ilk bakışta bu devrin sorunlarının yanında gayet önemsiz görünen küçük olaylardır, mesela güneş her gün doğudan doğarken doğma yeri ufukta ne kadar kayıyor, yahut suya atılan bir taş kaç tane dalga doğuruyor? Hakikat böyle bin bir türlü teferruata sarılmış bir paketin içinde geliyor. Bence bilim bu gibi küçük merakı uyandıran soruların ölçülmesiyle başladı. Belki Sümer’de, belki eski Mısır’da, önemli değil. Bilim Batı’nın, Doğu’nun değil, insanlığın bir özelliği. Göreceğiz bazen şu yerde, bazen bu yerde gelişiyor. Muhakkak teferruatların önemli olduğu, önem verildiği yerlerde. Zaman ölçümü kendini daima tekrarlayan (yani periyodik) bir olayın gözetilmesiyle başladı. Herhangi bir periyodik olayı zaman ünitesi olarak kullanabiliriz, mesela güneşin hiç şaşmadan her gün doğması, “bir gün” yahut onun yarısı, yahut onun on ikide biri. Bugünkü en hassas zaman ölçüsü, Gs atomu saati de bu atomdan gelen ışığın titreşmesini kullanır ve bir saniyenin 1015 parçasından birini ölçebiliriz. Eğer güneşin doğumu gibi basit, kendini tekrarlayan, rüzgardan, fırtınadan bağımsız olaylar olmasaydı, bilim muhakkak ki bugünkü şekliyle gelişemezdi. Çünkü değişmeyen, sarsılmayan, bozulmayan olaylar “doğa kanunu” mefhumunu ortaya çıkardı.
Bundan sonra tahmin edebiliriz ki, zaman ölçümü mesafe ölçümüne yol açtı. Şimdi bile “bir saatlik yol” diyoruz, yahut güneş-dünya arası 8 dakikalık yol diyoruz eğer yürüyen insan yerine ışığı kullanırsak. Bugün radarla ayda kurulan bir ayna ile aydaki bir nokta arasındaki mesafenin günden güne fevkalade küçük değişmesini ölçerek genel relativite teorisinin doğru olup olmadığını arıyoruz. Mesafe ve zaman ölçersek, hareketi ölçüyoruz demektir. Etrafımız cisimlerin hareketiyle dolu. Hareket, değişme olmasaydı, zaman olmazdı.
Muhtelif cisimlerin harekete karşı gösterdikleri direnci ölçmek için kütle mefhumu ortaya çıktı. Kütleyi de, bir cismi diğer başka standart bir cisimle karşılaştırarak ölçüyoruz. Klasik fiziğin büyük bir kısmı bu üç ölçüye dayanır: Zaman, mesafe ve kütle.
Binlerce sene insan, etrafındaki hareketlere, şekillere, renklere bakarak, kütleleri, sesleri, kokuları hissederek kalitatif tecrübeler kazandı ve bu tecrübe gelecek nesillere devredildi. Fakat etrafımızdaki bütün olayların teker teker listesini yapmak hem mümkün değil, hem de enteresan değil. Sonra birçok olaylar periyodik olaylar gibi basit ve değişmez de değil. Etrafımızdaki olayların sayısız türlülüğü daha sonra olayların daha derin sebebini anlamak ve onları birbirine bağlamak ihtiyacını doğurdu. Bilim yalnız bakmada (observation) ve ölçmede kalsaydı yine bugünkü şekliyle gelişemezdi. “Neden” sorusuna gene filozofların, dinin cevabı geniş bir çerçeve veriyor; fakat bilim biraz daha teferruatla “Niye bu kadar?” diye soruyor: Güneşle dünya arası mesafe neden 8 ışık dakikası da, 7 değil yahut 9 değil? İşte teorik bilimlerin, bilhassa teorik fiziğin başlangıcı “Bu, niye bu kadar?” şeklindeki sorulara sayı ile cevap vermek amacı ile başlar.
Doğayı anlamak demek, bir kısım olayların birkaç basit sebep ve kanundan biraz düşünce ve mantık kaideleriyle elde edilebilmesi demektir. Bu temel sebeplere “aksiyom” diyoruz. Aksiyomlar doğaya yüzde yüz uymayabilirler, nitekim göreceğiz en büyük hassasiyetle doğayı tasvir eden bir aksiyom sistemi belki de olamaz. Fakat aksiyomlar muayyen bir hudut içinde bir kısım olayların en has, en önemli özelliklerini veren hipotezlerdir. Mesafe, açı, buut üzerinde olan bütün tecrübelerimizi ve ölçüleri Eucklid’in basit geometri aksiyomlarında hülasa ederiz.
O halde teker teker bir sürü ölçü ve bağıntılar yerine bir iki aksiyomu öğrenmek, onları bir defterin kenarına yazmak kafi, ondan sonra istediğini ispat etmek geometriyi bilenler için mümkün ve kolay. Eucklid geometrisi, bu bakımdan doğa biliminin bir dalıdır ve değişmeyen bir uzunluğun (yürüsek de döndürerek baksak da) varlığını kabul eder. Fakat şimdi biliyoruz ki matematik olarak kat’i ve sağlam olan bu geometri doğa için ancak yaklaşık olan bir geometridir. Çok hızla hareket edersek, Eucklid mesafesi değişir ve zamana (veya hıza) bağlı başka yeni bir “mesafe” tarif edilebilir ki bu sefer o değişmez. Relativite teorisi demek, bu yeni uzunluğa dayanan geometriyi kullanmak demektir.
Bu yeni şekliyle bilim aşağı yukarı 500 senelik bir mazisi olan bir insan faaliyetidir. Beş yüz sene, beş bin senelik bilinen tarih yanında çok kısa bir süre. Beş bin sene, beş milyon yıllık insan geçmişi için çok kısa bir süre. Beş milyon sene, beş milyarlık dünya tarihi için çok kısa bir süre. Fakat insanlığın gelişmesi, bilimin gelişmesi kolektif bir çabalamanın bir sonucudur. Bulunması zor, uzun düşünceler, çalışmalar sonunda varılan neticeler, yeni nesle kolayca öğretilebilir. Eğer her nesil, her toplum bütün gelişmeyi kendi kendine yeni baştan bulmaya kalksaydı, insanlığın bugünkü gelişme durumu yine mümkün olmayacaktı. Bugün doğan bir çocuk beyninin milyonlarca yıl süren gelişmeyle elde ettiği bilgiyi, tecrübeyi öğrenecek bir kabiliyette olması bence en büyük harikalardan biri. Bu da öğretimin, üniversitelerin hayatımızda ne temel bir yeri olduğunu gösteriyor. Eğer insan beyni böyle muhteşem bir kapasiteye sahipse ve ondan faydalanamıyorsa hayatını, potansiyelini tam kullanamamış demektir.
Olayları anlamak, onları kontrol etmeye yol açar. Anlayamadığımız hadiselerin kullanılmasına muhayyilemiz yetmiyor. Işığın, atomların değişme hallerinden doğduğunu öğrendikten sonra suni ışık yapıldı, “laser” yapıldı. Ve bu ışığı kullanarak başka yeni olayları anlamaya çalıştık. Mesela çekirdek fiziğini tam anlayamadığımız için nükleer enerjiyi tam kontrol etmeyi başaramadık. Nükleer enerji otuz sene evvelinde beklenilen büyük yemişlerini, harcanan milyarlarca para ve emeğe rağmen veremedi.
Bilim, “hata ve tecrübe” (Trialand error) seviyesinde kalırsa büyük sonuçlar elde etmenin imkânı az. Bence şimdiki durumda tehlikeli olan çekirdek enerjisini hızla kullanmak yerine, çekirdek fiziğini daha iyi anlamak çok daha olumludur. Aynı şekilde insan vücudunun çalışmasını tam anlayamadığımızdan hastalığın gelişini ve tedavisini kontrol edemiyoruz. Yine aynı şekilde mesela yer sarsıntısını tam anlayamıyoruz. Bu arada şunu söyleyeyim ki müspet bilimlerin tıbba tatbiki nispeten çok yeni. Dediğimiz gibi 500 sene çok kısa bir süre. Doğadaki kanunların, aksiyomların ifadesi nasıl bir matematik lisanı isterse, canlı organizmaların kanunları da fizik ve matematiğin en gelişmiş lisanlarının tatbikiyle ancak öğrenilebilir. Herhalde bunların geniş çapta tıpta kullanılacağı günler pek uzak değildir. Mesela elektrik ışınmaların küçük bir radyo istasyonu gibi gözüken hücre kromozomları tarafından alınması ve verilmesi ve bütün diğer fiziksel ışınmaların çok zayıf olmalarına rağmen canlı maddeye etkisi pek az bilinen olaylar arasındadır.
Doğa kanunlarının ifadesi için matematik metodunun en etkili lisan olması çok münakaşalara yol açtı; bence bu, matematik ve teorik fiziğin aynı neviden bir insan faaliyeti olduğunu gösteriyor. Doğayı anlamak için basit bir model yapıyoruz; basit ve kesin aksiyomlara dayanan bir sistem arıyoruz. Matematikçiler bu sistemlerden tahmin edilebilen birçok yeni sistemler kuruyorlar. İnsan zekası doğanın bir parçası olduğu için, bu matematik sistemler de doğanın bir parçası. Fizikçiler olaylardan ilham alarak yaklaşık sistemler kuruyorlar. İkisi de beynin yaptığı abstraksiyon olduğu için aynı mertebedeler. İyi matematik, iyi fizik gibi doğadan kaynak alan ve doğanın çalışmalarına benzeyen sistemleri bulan matematik ve fiziktir. Matematik sistemler bize en basit bir iki aksiyomun nasıl bin bir türlü sonuçları, farklı görülen şekilleri (yani teoremler) verdiklerini gösterdiğinden, fizikçinin doğa kanunu araması amacıyla tam mutabık, olayların ne kadar geniş, değişik şekilleriyle kendilerini bize göstermelerine rağmen, temel kanunların az olması ve bir iki satırda ifade edilmeleri bilimin diğer bir harikası. Biraz düşünelim, Newton’un F=ma (kuvvet= kütle x ivme) gibi bir satırlık denklemi planetlerin hareketlerinden, hidrodinamik olaylara, sesten ışına, moleküllerin çarpışmasından galaksilerin çarpışmasına kadar hemen bütün hareket ve değişimleri içine alıyor. Elektrik ve manyetik olaylar daha yeni, aşağı yukarı 150 sene evvel Faraday ve Maxwell tarafından tam derinden incelendi. Maxwell’in iki satırlık iki denklemi elektrondan ışığa, X-ışınlarından radyo dalgalarına kadar, yani 10-16 cm’den 1010 cm (radarla aya tertibat) arasında 1026 mertebelik bir uzunluk içinde tatbik edilebiliyor ve doğru. Eminim ki bu denklemler yukarıda bahsettiğim gibi biyoloji ve mikrobiyolojide önemli bir yer alacaklardır. Sonra bana öyle geliyor ki, bugünkü durumda belki bildiğimiz fiziğin tümünü bu iki sistemle (Newton ve Maxwell), daha kesitle, bunların kuantum teorisi şekillerine dayanarak ve bir iki temel parçacığı içeren bir madde modelinden başlayarak anlamak mümkün.
Bu temel kanunlarda fizikçiler hem doğanın muhteşem simetrisini, yani uzayda ve zamanda hareketini görürler. Fizikçi olmayanların bile bu kadar ekonomik bir şekilde doğanın tasviri karşısında hayranlık duymayacaklarını zannetmiyorum. Galilei ve Keppler’den beri fiziki gelişme daima bu iki temel görüş arasında gidip geldi. İkisinde de büyük bir güzellik görüyoruz. Tabiat bize planını bazen büyük bir simetri güzelliğiyle gösteriyor. Bu simetri zamanı da ihtiva eder, geçmişle geleceği birbirine bağlayan simetri. Bazen de olayları birbirini karşılıklı, sürekli etkilerle dinamik olarak değiştiren parçacıklara atfediyoruz. Sonra da bu iki görüşü birleştirip bir dünya sistemi bulmaya çalışıyoruz.
Temel Bilimler; insanın önü açık, sürekli bir araştırma yoludur. Temel Bilimlerde doktrinlere yer yoktur. Araştırma, bilinmeyen ufuklara dikkatlice gitmektir. Fakat iyi bir yol bulup da bir vadiden birdenbire bir dağ tepesine çıkarsak, ufkumuz yüzlerce kilometre genişler. İşte böyle basit ama etkili yollar bulmak teorik bilimlerin amacıdır. Fiziğin tecrübesi gösteriyor ki hakikat bir kere bulunursa basittir, güzeldir, geneldir.
Buraya kadar olan münakaşalarımız, umut ederim ki, Temel Bilimlerle doğayı öğrenmemizin her şeyden önce bir kültür meselesi olduğunu göstermiştir. Temel Bilimler, insanın en derin sorularına cevap vermeye çalışır. İçten gelen merakımızı çözer, yeni meraklar yaratır. Evrende yerimizi tayin eder. Doğanın harikalarına hayran kalırız. Bizi kendimizi bilmeye doğru götürür. Yunus Emre altı yüz sene evvel söylemiş: “Kendini bil, kendini.”
İkinci olarak, bilimler meydana getirdikleri teknoloji ile hayatımızı tamamen değiştirdiler. Teknoloji bence yalnız iki yönden, iki şartla temel önem taşır. Biri teknolojik gelişmeler kullanarak, onun yarattığı alet ve metodlarla doğanın daha ince teferruatlarını öğrenmekte (bilimden teknolojiye, teknolojiden tekrar bilime, vesaire); ikincisi de insanın maddi yaşama güçlüklerini ortadan kaldırarak enerjisinin fikrî problemlere yöneltilmesine yardım etmekte. Aç, yorgun, hasta insan ne bilim yapar, ne de şiir yazabilir. Yoksa teknoloji, bazen öyle görünmesine rağmen, kendi başına bir amaç olamaz. Aynı şekilde zannetmiyorum ki zengin olmak, maddi refaha kavuşmak kendi başına tatmin edici bir amaç olsun.
Fakat bilimlerin gelişmesi için, bilhassa bugün, muayyen bir ekonomik zenginliğin olması lazımdı. Bilimlerin gelişmesinin ikinci şartı da bilim adamlarının desteklenmesi, onların birbirlerini desteklemesi, fikir değişimleri yapılması, bilimsel düşüncelerin yayılması, bu düşüncelere ilmî ortamda büyük önem verilmesidir. İlmî bir ortamda muhakkak ki teknoloji kendi kendine gelişir. Türkiye gibi gelişen ülkelerin geleceğini tartıştığımız bu devrede, üzerinde en önemle duracağımız bir noktanın da teknoloji yanında, Temel Bilimlerin de en uç zirvelerine kadar en fazla gücümüzle desteklenmesi olduğuna inanıyorum.
Yalnız dışarıdan teknoloji alan ülkeler, daima geri kalırlar ve daima teknolojiyi almak zorundadırlar. 1969’da Ankara Üniversitesi’nde yaptığım “50 Bin Bilim Adamı İçin Hamle” başlığındaki bir konuşmamda, ancak böylesi bir hamlenin bizi yeni bir gelişme yoluna götürebileceği tezini tutmuştum. Her ortam kendi şartlarına göre exponensiyal eğri üzerinde tekamül eder. Buna göre eğer süreksiz bir hamle gibi, bir değişiklik olmasa, mesela batının gelişmesinin bize olan oranı da zamanla exponensiyal olarak artar. Ancak yeni bilim yeni teknoloji getirirse, muayyen sahalarda biz de öncü olabiliriz. Bu sayı o zaman birçoklarına çok gelmiştir ama şimdi, on üç sene sonra bu sayı da az geliyor.
Son olarak bir soruyu daha ortaya atacağım. Sekiz ile on ikinci asırda bilimde Ortadoğu aleminin öncü olmasına rağmen ve Osmanlı İmparatorluğu gibi heybetli ve zengin bir ortamda yaşanmasına rağmen neden son beş yüzyılın gelişmelerinden hariç ve habersiz kaldık? Nitekim bütün Osmanlı Devri’nde bilime katkısı olan kişilerin sayısı ya pek az ya da hiç yok. Bana öyle geliyorki bunun temel sebebi dinin yanlış anlaşılması olabilir. Yaratıcı her olayı tayin eder diyoruz. Bunu doğa kanunları da böyle söylüyor.
Fakat zannetmiyorum ki din ‘Sen soru sorma, teferruatları öğrenme, olayların esasını öğrenip Yaratıcıya hayran kalma’ desin. Dediğimiz gibi teferruata önem verilen yerlerde ilim gelişti. Hükümdarların desteklediği, alimlerin toplandığı merkezlerde bilim gelişti. Osmanlı idarecileri Fatih zamanında başlayan Rönesans’la olan ilgiyi takip ettirip bilimi bizde de geliştirebilirlerdi. Çünkü Rönesans’tan evvel Batı Doğu’dan daha batıl bir karanlık içindeydi. Ve Doğu’dakiler de matematiğin, fiziğin, tıbbın, astronominin, kimyanın inceliklerini anlayacak kabiliyette idiler.
Temel Bilimler etrafında birçok problemlere temas ettim. Umarım ki bu düşünceler bu konuların daha fazla tartışılmasına ve tepkisine yardım etsin.

Kuramsal Fiziğe Türkiye’den Katkı Koyan Bilim İnsanımız: Asım Orhan Barut

Bilim ve Ütopya (Aylık bilim, kültür ve politika dergisi) İz Bırakanlar | Sayı:45, Mart 1998

Asım Orhan Barut, "Simetri ve dinamik, fizik yasalarını formüle etmenin farklı yollarıdır; birinin diğerinden türetilmesi mutlaka zorunlu değildir. Bazen çelişirler, bazen birbirlerini tanımlarlar, sık sık da farklı soruları yanıtlarlar. Ama birlikte doğanın tam anlaşılmasını sağlarlar" diyor.
Temel parçacıkların simetri özelliklerinin açıklanması konusunda büyük katkılar yapan birkaç büyük Türk fizikçisinden biri olan Barut, kuramsal fiziğin hemen her alanında çalışmıştır.
Barut'un çalışmalarını üç ana başlıkta toplayabiliriz:
1) Kuramsal fiziğin temel problemleri
2) Matematiksel fizik
3) Temel parçacıklar fiziği.
Barut'un kuramsal fizik alanındaki en önemli çalışmaları, kuvantum mekaniğinin grup gösterimlerini dinamik problemlerine, saçılma matrisi kuramını da parçacıkların elektromanyetik ve zayıf etkileşimlerine uygulamasıdır.
Asım Barut'un fizik klasikleri arasında yer alan çok değerli beş kitabı vardır:
Alanların ve Parçacıkların Elektrodinamik ve Klasik Kuramı (1964 ve 1980), Saçılma Matrisi Kuramı (1967), Dinamik Gruplar (1972), Kompakt Olmayan Grupların Gösterimleri ve Uygulamaları (1977 ve 1980), Fizik ve Geometri (1989).
İkinci ve dördüncü kitaplar Alman, Rus ve Polonya dillerine çevrilmiştir.
Asım Barut'un çalışmaları birçok onur ve ödül aldı. Bunlardan bazıları; Alexander von Humboldt Ödülü (1974, Almanya), TÜBİTAK Bilim Ödülü (1982), Karadeniz Teknik Üniversitesi Onur Doktorası (1982), Kültür Bakanlığı Ödülü (1991).
Dünyanın her köşesinden öğrencisi olan, çok seyahat eden bir dünya vatandaşıydı Asım Orhan Barut...
Yaşamı boyunca ülkemizde bilimin gelişmesi için çaba harcayan, Temel Bilimleri kültür ve hayat sorunu olarak algılayan ve Temel Bilim yapmanın geleceği yapmak olduğunu sürekli vurgulayan Barut; beyine, bilim insanına yapılan yatırımdan daha değerli bir yatırım olmadığını; böyle bir yatırımın kısa zamanda masrafını ödeyeceğini söylüyor; bilime ve teknolojiye yapılacak yatırıma, GAP benzeri büyük çaplı projeler gözüyle bakıyordu.
Barut, 1982 yılı TÜBİTAK Bilim Ödülü Törenindeki konuşmasında şunları söylüyordu:
"Milli eğitim, milli savunmanın bir parçasıdır. Hayat ve hürriyeti her gün yeniden kazanmamız lazım. Daimi çabalama, insan gelişmesini, bilhassa fikri gelişmeyi destekler. Beyin bir adale gibi ne kadar fazla çalışırsa o kadar fazla gelişir. Bilim adamı olmayan ülke, hür olamaz. Harika insan beynini uykudan uyandıralım ki bizi ve bütün insanlığı şimdi tahayyül bile edemediğimiz yeni ufuklara götürsün."
6 Aralık 1994 tarihinde yitirdiğimiz, Cumhuriyet tarihimizin parlak bilim insanlarından biri olan fizikçi Asım Orhan Barut'un çalışmaları ve düşünceleri daima yolumuzu aydınlatacak.