Fizikte kuantum, elektrodinamik üzerindeki çalışmaları ve bilime katkıları ile ünlü bilim adamımız Prof. Dr. Asım O. Barut, geçen yılın Aralık ayında İstanbul’daydı. Kendisi ile Boğaziçi Üniversitesi’nde görüştük.
Profesör Barut’un açıklamaları, birçok konuda bizleri yepyeni ufuklara götürüyor!..
- Bugünkü fiziğin gündeminde bulunan konularla ilgili teorik ve deneysel çalışmalar bize neyi vaad ediyor? Mesela, fiziğin uzun yıllar boyunca çözemediği problemler hakkında, bu çalışmalar sonucunda neler söylenecektir?
A. Barut: Fiziğin gayesi, maddenin yapılışını anlamak, kainatın yapılışını anlamak. Hatta daha geniş bir perspektif içinde bakılırsa: “Fizik, insanoğlunun kainattaki yerini arar” denebilir. Onun için her zaman fiziğin temel taşlarının neler olduklarını araştırıyoruz. Etrafımızda gördüğümüz radyasyon ve maddeden tutun da, bütün kainatımıza kadar her şey nelerden ve nasıl oluşmuştur? Maddenin temel yapı taşları ve etkileşmeleri nelerdir?
Burada, fiziğin muvaffakiyetinin sebebini de zikretmek gerekiyor: Fizik daima çok geniş bir sahadaki soruları, gayet derin ve az sayıda prensiple cevaplandırmaya çalışmış ve bunda da bugüne kadar muvaffak olmuştur. Gaye, önceden birbirinden ayrı ve bambaşka olarak gördüğümüz olayları tek bir sebebe indirmektir. Mesela, elektrikle magnetizmanın aynı olması, ısı ile moleküllerin hareket enerjisinin aynı olması, kimyasal kuvvetlerle elektrik kuvvetlerinin aynı olması. Bütün bunlar başta bambaşka olaylar gibi görünüyorlardı. Şimdi fizikteki yeni gelişmeler sayesinde, tabiat olaylarının daha da az sayıda mefhum ve kanunla açıklanabilmesini istiyoruz.
Fizikçiler bugüne kadar daima maddenin en küçük yapıtaşlarını aradılar. Asrımızın başında bu temel yapı taşının atom olduğu sanılıyordu. Sonradan atomların içine girerek, çekirdeklerin varlığını öğrendik. Gene 1932 senesine kadar iki temel parçacık biliyorduk: Elektron ve proton. Yani atomun içinde ne var? Çekirdeğin içinde ne var? Protonun içinde ne var?... Bu böyle devam etti. Nihayet işin sonu şuna geliyor: Tabiatın en elementer parçacıkları nelerdir? Derginizde çıkan bazı yazılardan da anlaşıldığı gibi son zamanlarda bu parçacıkların sayısı bir hayli çoğaldı. Birçok yeni parçacıklar keşfediliyor. Bunların hepsi kararsız parçacıklar.
Teorilere gelince, bunlar da bazen deneyden önce, bazen de deneyden sonra gelişiyorlar. Daima, teorinin hangi temel yapı taşlarından yola çıktığına bakılır. Mesela, KED şu temel parçacıkları temel olarak kabul ediyor. Elektrozayıf Teori dediğimiz teoriler ise başka parçacıkları temel kabul ediyorlar. Ondan sonra onların etkileşmeleri yazılıyor. Birbirlerini nasıl etkiliyorlar? Bu etkiler dolayısı ile diğer etkiler nasıl doğuyor? Onun için elementer parçacıkları nasıl sınıflandıracağımız problemi ile karşı karşıya kaldık. Ben, bilim hayatımın başından beri bu işle uğraşıyorum. Son 20-25 senedir vuku bulan gelişmeler, bu problemi önümüze getirdi. Yani, bu elementer parçacıkların hangi simetri özellikleri vardır ve bu sınıflandırmada en az kaç temel parçacıkla iktifa edebiliriz? 1960’lı yılların başlarında bunlar 3 tane idi, “3 tane quark” denildi. Herkes “3 uygun rakamdır” diye düşündü ve iyi bir noktaya gelindiğine inanıldı…
- “3” neye göre uygun bir rakamdır efendim? Yani, “3 tane quark” yeterlidir denirken, bunun kriteri neydi?
A. Barut: Hiç! Bunun, derin ve temel bir sebebi yok! Herhalde 3 küçük bir sayı olduğu için. Bir tane olsa daha da iyi olurdu tabii. Fakat 1’le yapılamadı. Demek istediğim, bu sayı pekalâ 3 değil de 4 olabilirdi. Yani, fizikçiler temel parçacık sayısını asgaride tutmak istediler, sebep bu. Fakat öyle kalmadı! Üçten dörde, beşe, altıya, ilh… Bu böyle sürüp gitti. Şimdi yüzlerce parçacığa çıktık. Bence bu iş biraz aşırı oldu. Fenomoloji son 20 yılda çok hızlı gelişti, değiştirildi. Biz fizikçiler oturup, derin düşünmeye zaman bulup bir genel değerlendirme yapamadık. Tabiî, bu benim fikrim, başkaları değişik düşünebilir. Her şey çok hızla değişiyor, her geçen gün temel parçacıkların sayısı artıyor. Bence artık öyle bir noktaya geldik ki, fizikçiler zorlukların farkına varıyorlar. Yine benim kanaatimce, geri dönüp en baştan yeni bir değerlendirmeyle işe başlamak lazım: “Acaba maddenin gerçek temel yapı taşları nelerdir?” diye.
- Fizikte bir antimadde bahsi var. Atom altı yapıya inildikçe, bulunan her yeni parçacık için bir de antiparçacık keşfediliyor. Buradan hareketle, yani mikrokozmosdan makro-kozmosa çıkarak, bir antikainat düşüncesi de akla gelebilir mi?
A. Barut: Evet. Böyle bir düşünce tabiî ki akla geliyor. Fakat bu lüzumlu da değil. Yani, bir antikainatın var olması matematik bir mecburiyet değil. Biz madde ve antimadde ile işe başlasak; mesela eşit sayıda elektron ile eşit sayıda pozitron alsak. Eğer bazı bileşik parçacıkların yapısında, temel anti parçacıklar varsa, bu anti parçacıklar o bileşik parçacığın içinde saklanacakları için serbest olarak gözlenmeyebilirler. Üzerinde çalıştığım bir pozitron modelinde proton, iki pozitron ve bir elektrondan oluşuyor. Böylelikle, iki elektron ve iki proton gibi madde-antimadde açısından simetrik bir başlangıçtan 1 elektron ve 1 pozitron gibi iki parçacığa geçiliyor. Böyle bir yaklaşım, galaksimizdeki madde-antimadde asimetrisini (simetri olmayışını) izah edebilir. Çünkü başlangıçta simetrik olarak başlıyorsunuz, sonuçta antimadde olarak kalmıyor; çünkü, maddenin içinde gizlenmiş. O zaman da eşit sayıda elektron ve proton olacak, yani toplam elektrik yükü sıfır olan bir kainat. Bizim yakın çevremizde antimadde yok. Suni olarak laboratuarda yapabiliyoruz. Acaba, antimaddeden oluşan galaksiler var mı? Bu da ayrı bir sual, ama cevap veremeyiz.
- Bir de kainatın evolusyonu meselesi var. Bunu şimdiye kadar anlayabilmiş miyiz? Anlayamamış isek, bunu anlayabilmemiz sizce neye bağlıdır?
A. Barut: Kainatın evolusyonu, evet; bigbang’den (büyük patlama) bugüne kadar… Bu konular benim çalışma sahamın dışında kalıyor. Fizikçiler çeşit çeşit. Bir açıdan ikiye ayrılıyorlar: Bazıları spekülasyonu seviyor, spekülatif faraziyeler yürütüyorlar. Diğerleri muhafazakar. Ben kendimi muhafazakar kabul ediyorum. Kozmoloji bana pek spekülatif geliyor. Tabiî “kozmoloji lazım değil” demiyorum, çok lazım. Sadece, ben spekülasyondan kaçınan birisi olduğum için, benim mizacıma uygun değil. Benim kanaatime göre, kainatın evolusyonu henüz faraziye halinde.
- Bugün fizikte öyle teoriler var ki, kendi içlerinde tutarlı oldukları halde deneyleri yapılamıyor; ve belki daha uzun bir süre de yapılamayacak. Fiziğin bugünkü sınırları içinde bu teorileri doğrulayacak deneyler için, ya fiziki imkanlar yok, ya da deney düşüncesinin sınırları o noktaya gelmemiştir. Genelde bir teorinin zaferini deney tayin ettiğine göre, deneyi yapılamayan teorilerin durumu, akıbeti ne olacak?
A. Barut: Evet, teorinin mümkün olan durum-larda doğrudan doğruya, olmazsa dolaylı olarak deneyle karşılaştırılması lazım. Bazı teorilerin kabul edilebilmeleri için şart olan bazı deneyler varsa ve bu deneyler yapılamıyorsa, bu konuda beklemekten başka yapılabilecek bir şey yoktur. Hani bir hikaye vardır: Pauli ‘Nötrino Hipotezi’ni ortaya attığı zaman, “Büyük hata yaptım. Öyle bir parçacık öne sürdüm ki, gözlenmesine imkan yok. Hata ettim, günah işledim” demiştir. Fakat, sonradan nötrino gerçekten gözlendi. Tabiî dolaylı olarak.
Bir de şunu söyleyeyim: Bir teorinin en başından, doğruluğuna kesin emin olduğumuz zamana kadar başka teorilerle, başka hipotezlerle rekabet içinde olması lazım. Tek bir teoriyi kabul etmek, geliştirmek zor. Teorileri sadece deneyle değil, başka teorilerle de karşılaştırmak gerek. Bir teoriyi, hipotezi aykırı teoriler ve hipotezlerle karşılaştırarak en genel ve en basiti seçmek imkanımız olur.
- Kuantum elektrodinamiği (KED) konusunda yapılamayan deneyler var mı?
A. Barut: KED şimdiye kadar nisbeten en iyi anladığımız teori. KED, temelde elektronlarla ışığın birbirlerini nasıl etkilediklerini ve birbirlerini nasıl doğurduklarını inceliyor. Fiziğin en hassas ölçümleri; mesela (g-2) ve Lamb Kayması bu alanda yapılmaktadır. En iyi teori olmasına rağmen, KED’nin henüz tam bilemediğimiz yönleri var. Mesela, KED’nin çok küçük mesafelerdeki davranışını henüz anlayamıyoruz. Bir elektronla bir pozitronu çok yüksek enerjilerde çok yakına getirince ne gibi olaylar olur? Bunu henüz bilemiyoruz.
- “Çok yakın” demekle kastettiğiniz mesafe ne kadardır?
A. Barut: 1 Fermi (10-15 metre) ve daha kısa mesafelerdir. Şimdi, elektronların özelliklerini atomlara has mesafelerde (10-10 metre) çok iyi anlayabiliyoruz. Fakat, daha kısa mesafelerde yapılan deneyler bize yepyeni olaylar gösteriyor. Elektron-pozitron rezonansları, yani elektronla pozitronun yeni biçimlerde kısa ömürlü bileşimleri. Fakat, acaba bütün bunlar, hakikaten KED ile açıklanabilecek davranışlar mıdır? Yoksa doğru bir açıklama yeni etkileşmeler mi gerektirecek? Asıl mesele burada! Şimdiye kadar, elektrodinamik kuvvetlerin yanı sıra küçük mesafelerde etkili bazı yeni kuvvetler de kullanıyoruz? Zayıf etkiler, kuvvetli etkiler yani çekirdek kuvvetleri. Fakat beni yakından alakadar eden bir başka görüş, “Bu kullandığımız yeni kuvvetler gerçekten tabiatın davranış biçimi midir? Yoksa, elektrodinamiğin kısa mesafelerdeki görünüşü müdür?” sorusunu soruyor. Cevabını henüz bilmiyoruz.
- Son yıllarda; fizikçiler, matematikçiler ve kozmologlar arasındaki ilişkilerin gittikçe yoğunlaşmakta olduğunu görüyoruz. Halbuki yakın zamanlara kadar teorik fizikçiler deneycilere daha yakın çalışıyorlardı. Bu yeni kompozisyon ne gibi gelişmeler sağlayabilir?
A. Barut: Geçen asırda fizikçilerle matematikçiler arasında pek fark yoktu. Geçen yüzyılın en büyük matematikçileri, aynı zamanda büyük fizikçilerdi. Mesela Gauss, Klein, Riemann, Weber ve Maxwell. Bunların hepsini, hem büyük matematikçi ve hem de büyük fizikçi olarak tanıyoruz. Çünkü hepsi matematiği tabiatı anlama aracı olarak kullandılar. Aslında fizik ve matematiğe biraz daha derinden bakılırsa, ikisinin de felsefenin birer kolu olduğu görülür. “Tabiat Felsefesi” yerine şimdi “Fizik” diyoruz. Kozmoloji de aynı: Kâinatın Felsefesi.
Fakat sizin de belirttiğiniz gibi, tekrardan bir yakınlaşma var. Ben, şahsen matematik ve geometriyi fiziğe çok yakın buluyorum. Yani uzayın ne olduğunu geometri ile anlıyoruz. Geometri bence fiziğin ayrılmaz bir parçası. Çünkü fiziki hadiselere göre, biz en uygun geometriyi uzaya tatbik ediyoruz. Yine, “eğri uzay” diye de bir şey olmadığı kanaatindeyim. Uzay, sadece uzaydır, noktalardan ve zamandan oluşur. Ama, bu uzaya eğri geometri konabilir. Bazı olayları daha iyi anlayabilmek için, bir uzaya Öklid Geometrisi koyarız, gene aynı uzaya, başka olayları anlamak için Minkowski Geometrisi koyarız veya bambaşka bir problemde eğri bir geometri kullanırız. Bu yapılırken fizik, dinamik yol gösterici olur.
Öğrenciler ve bazı gençler “Uzay nasıl eğridir?” diye düşünüyorlar. Uzayı düşünmek pek kolay değil. Zaten uzaya mana veren, noktalardan meydana gelmiş bir koordinat sistemidir. Bu noktalar da madde ile anlam kazanır. Yani, maddenin oluşturduğu mekan noktaları ile zaman koordinatları. Bu koordinatlar arasındaki ilişkiler geometri ile kurala bağlanıyor. Mesela, bir uzunluğun veya açının değişmezliği şartını koşuyoruz, bir geometri oluşuyor. Koşulan şart, insanın eseri, her zaman tabiatın gerçek davranışı değil. Geometriyi tabiat değil, insan yapıyor. Mesela, biz tecrübemize dayanarak “Öyle bir kuralım ki, orada cetvellerin uzunlukları değişmesin” diyoruz. Sonra, aynı cetvellere hareket halinde bakıyoruz ve uzunlukların değiştiğini görüyoruz; daha değişik bir geometri gerektiği anlaşılıyor. Yani aslında relativite ile geometri aynı şey. Geometri, “hangi büyüklükler değişmesin?” sorusunun cevabıdır. Koordinat sistemini insan yapar fakat, gözlemciden göz-lemciye değişmeyen hadiseler de maddenin temel özelliklerindendir. Buradan da anlaşılacağı gibi geometri ve matematik fiziğe çok yakın. Çünkü bunların hepsinin kaynağı tabiattır. Matematik, tabiatı alıyor, derin hipotezler yapıyor, mücerret hale sokuyor. Fizikçiler de, matematikten ve tabiattan ilham alarak, yeni ve başka teoriler geliştiriyorlar. Bence fizik ve matematik hem aynı kaynaktan çıkıyor, hem de birbirlerine çok yakın. Kozmolojiye gelince: O da genel bakımdan kainatın büyük ölçekteki davranışının fiziği. Fakat, kozmolojide deney yapmak imkansız tabiî.
- Fizikçilerin yıllardır bir “Büyük Birleştirme Teorisi” inşa çalışmaları var. Bütün fizikî olayları izah edebilecek böyle bir teorinin inşası ne derece mümkündür?
A. Barut: Tabii, fizikçilerin arzusu bu. Bütün bilimin gayesi de bu. Öyle bir teori bulalım ki; basit bir-iki hipotezle, basit bir iki tabiat kanunu ile, mümkün olduğu kadar geniş bir sahadaki olayları anlayabilelim. Anlamaktan kastım: Başlangıçta farklı görünen olayları tek bir sebebe indirmek. Bu, daima arzu ettiğimiz bir şey. Fakat bunda ne derece muvaffak olabileceğimiz biraz şüpheli. Çünkü, matematikte bir Gödel Teoremi var. Buna göre, muayyen bazı aksiyomlardan yola çıkıp bir matematik sistem kurarsanız; daima bu aksiyomlarla cevaplandırılamayan sorular bulunabilir veya öyle şeyler ortaya konabilir ki, bu sistem içinde doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamaz. Onun için bana öyle geliyor ki, sonuna kadar varılma ümidi olmasa bile, fizik, bütün fiziki olayların sebeplerini en basite irca etmeye muvaffak olacaktır. Eğer bu yolda ilerleme imkanı olmasaydı, bilim de olmazdı. Her şeyin ayrı ayrı kataloğunu yapardık. Bir hadise hakkında bilgi gerektiği zaman ilgili kataloğa bakardık, başka bir hadisede de başka kataloğa. Biz bunu istemiyoruz. Biz istiyoruz ki, bilim çok basitleşsin. Yine istiyoruz ki, çok az sayıda tabiat kanunu ile mümkün olduğu kadar çok şeyi izah edebilelim. Bu yolun sonuna kadar gidebilir miyiz? Sonlu sayıda aksiyom ile her şeyi izah edebilir miyiz? Muhtemelen edemeyiz. Ama fizik tarihi gösteriyor ki, şimdiye kadar bu yolda daima başarı ile ilerlendi.
- Bütün bilim dallarının zirvelerinde çalışan kuruluşlar ve kişiler, kendi sahalarında getirdikleri yeniliklerle, adeta o sahayı yönetiyorlar. Bir moda akımı gibi diğer bilim adamlarını peşlerinden sürüklüyorlar. Zirvede oldukları için, herkes bunlardan etkileniyor. Bu durumun fizikteki etkileri nelerdir?
A. Barut: Bu belki son senelerin davranış biçimi. Fakat fizik tarihine bakarsak, durum bambaşka. En büyük fizik buluşları ilk başta kabul görmedi. Başlangıçta, bir genç veya yalnız çalışan biri tarafından ortaya atıldı ve kabul edilmedi. Einstein Relativitesi’nin kabulü 15 sene sürdü. Daha bunun gibi pek çok misal var. Kuantum hipotezleri başlangıçta hiç kimse tarafından kabul edilmedi. Atomların mevcudiyetine uzun zaman kimse inanmadı. Mach, Ostwald gibi büyük alimler, atomların varlığına inanmamışlardı. Hakikaten fizikte hamle teşkil eden buluşlar, başlangıçta kabul edilmiyor. Planck, “Yeni fikirler hemen kabul görmez. Ancak eskiler ölünce yeni nesil belki onlara alışır ve kabul eder” der. Fiziğin tarihinde, Galileo’dan Copernicus’a kadar pek çok büyük hamle ilk başta reddedilmiştir. Buradan şunu söyleyebiliriz belki “Fizikte büyük hamleleri gerçekleştirenler; modaya uyanlar değil, ona karşı çıkanlardır”.
Fakat zamanımızda, bir mevzu birdenbire gayet popüler oluyor. Birçok genç, hep birlikte o konuya atılıyor. Sanki, bazı kişiler, fiziğin hangi yöne gittiğini biliyorlarmış gibi bir intiba uyandırıyorlar. Herkes o kişileri izliyor. Gerçekten böyle bir cereyan var son zamanlarda. Bu durumun geçmişi oldukça yeni. Halbuki fiziğin uzun geçmişindeki gelişmelere bakılırsa bunun tam aksi görülür. Belki şu anda bir başkasının önemli bir görüşü var da onu kimse göremiyor!
- Biz, kâinatı bir fizik yapı olarak algılıyoruz. Şu andaki bilinen sınırların ötesinde, fizikötesi bir kâinatın varlığından söz edilebilir mi? Yani, kâinat sadece fizik yapıdan mı ibarettir?
A. Barut: Buna cevap vermek çok zor. Biz, sadece fiziğin kanunlarını arıyoruz. Laboratuarda kendi boyutlarımızda bakacağız: Acaba hangi mesafelere kadar (küçük ve büyük mesafeler), bulduğumuz kanunlar doğru? Bizler için fiziğin sınırları budur. Daima en uç noktalara gidip, kanunların doğruluğunu tahkik etmek. “Uç noktalar” deyince; büyük mesafe olabilir, küçük mesafe olabilir, yüksek basınç, alçak basınç, yüksek enerji, alçak enerji, uzun zaman, kısa zaman, ilh… Bu uç noktalarda inceleme ve deneyler yaparak bakıyoruz: Acaba, bulduğumuz kanunlar nereye kadar ve ne derece geçerli? Mesela, elektromanyetizma kanunları atomdan küçük mesafelerden, galaksiler arası uzaklıklara kadar geçerli. Mesela, radar veya lazer ışınlarını Ay’dan yansıtıp mesafe ölçüyoruz. En uzaktaki galaksilerden bilinen atomik tayf çizgileri gözlüyoruz. Demek ki, elektromanyetik kanunlar oralara kadar geçerli.
- Efendim, bundan sonraki sorularım, ülkemizle ilgili hususlar üzerinde olacak. İlk olarak şunu sormak istiyorum: Türkiye’de bir bilim hareketi başlatabilmek için neler yapılabilir? Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
A. Barut: İTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik bölümünde 5 Aralık 1986 günü verdiğim konferansta da belirttiğim gibi, en önemli nokta: Türkiye’de, yüksek kalitede bilim adamı sayısını çoğaltmaktır. Bunu da, dışarıya çok sayıda adam göndererek değil, kendimiz yetiştirerek yapmalıyız. Ancak bu arada şunu belirteyim: İhtiyaca göre mahdut sayıda elemanın dışarıya gönderilmesine karşı değilim, bu da yapılmalı tabiî. Ama, bilim adamı yetiştirme programının asıl yeri, kendi üniversitelerimiz ve kendi araştırma kurumlarımız olmalıdır. Bunun için 4-5 üniversitemiz seçilmeli, onlara büyük imkanlar tanınmalı ve ülkenin ihtiyacı olan bilim adamlarının yetiştirilmesi görevi bu üniversitelerimize verilmelidir. Önceleri, kaliteli araştırmaların yapılarak bilimin ülkemizde üretilmesi de, mecburen sadece bu üniversitelerimizde olacaktır. Ancak zamanla, ilk olarak 4-5 üniversitede başlayan hareket, tedricen diğer üniversitelere yayılabilecektir. Bunun sonucu olarak da; bilimi ithal etmek yerine, kendimiz üretme yoluna girmiş oluruz. Bu, ülkemizin itibarı açısından fevkalade önemli bir hadise olacaktır. Bu hadise, sizin biraz önce sorduğunuz sorunun cevabı bakımından da çok önemlidir. Yani, araştırma konularını yönlendirenler kimlerdir, moda nedir? İşte o zaman, birçok konuda modayı takip etmek yerine; tayin etmek durumuna gelebiliriz. Şu anda, böyle bir ortamdan mahrum bulunduğumuz için, herkes dışarıya bakıyor; “Kendi alanının modası nedir?” diye, “Onlar neler yapıyorlar?” diye. Eğer kâfi sayıda bilimi, problemleri anlamış ve hazmetmiş bilim adamımız olsa, kendi araştırma problemlerimize kendimiz yön veririz. Yani, bizde de kaliteli araştırma yapılırsa, kabul edilmiş buluşlar olursa, bugünkü durumun tersi olacak tabiî. Bu sefer yabancılar bizim yaptıklarımıza bakacak ve bizim yaptıklarımızı taklit edeceklerdir. Geçmişe bakınca, bütün buluşların muhakkak Batı’dan gelmediğini görüyoruz.
Evet, burada tekrar belirteyim: Moda var, ona kapılıyoruz. Sanıyoruz ki, bir tek yol var. Halbuki, gerçek öyle değil.
- Efendim burada bir şey var: Ülkemiz insanı, giyinmek için bile Pierre Cardin’in kalemine bakıyor…
A. Barut: Evet. Fakat bu nereye kadar gider? İlim bizde de yapılırsa, bizde de bir ilim modası başlatabiliriz. Bunun için, İnsan ve Kainat gibi, Bilim Teknik gibi popüler dergilerin yanı sıra, her bir bilim dalı için yüksek seviyede ve kalitede, orijinal çalışmaların basılacağı bilim dergilerinin de yayınlanması lazım. Zira, yapılan araştırmaların seviyeli bir dergide muntazam yayınlanması, bilimsel çalışmalarda çok önemlidir. Bu yapılmazsa, kimin nerede ne yaptığını takip etmek mümkün olmaz. Ayrıca, bu dergilerin milletlerarası itibarının olabilmesi için, iyi bir süzgeç sistemi kurulmalıdır. Yayınlanacak yazıların, konunun uzmanlarının hakemliğinde incelenmesi yoluyla, bir süzgeçten geçirilmesi şarttır.
Sözünü ettiğimiz bu dergileri kimin finanse edeceği sorusu akla geliyor. Bunu, mesleki dayanışma dernekleri devletle işbirliği yaparak veya müstakilen finanse edebilirler. Veyahut da birçok ülkede örneğini gördüğümüz şekilde, yayınlanacak makalelerden yayın ücreti alınabilir. Makale yazarının bağlı olduğu kurum da bu yayın ücretini üstlenebilir. Tabiî bu sistemin uygulanabilmesi için de söz konusu dergilerin çok kaliteli ve yüksek prestijli olmaları lazımdır.
- Son bir soru olarak: Ülkemiz bilim adamı adaylarına ve genç bilim adamlarına vermek istediğiniz özel bir mesajınız var mı?
A. Barut: Gençlerin kabiliyetleri doğrultusundaki alanlara yönelmeleri ve yönlendirilmeleri gerekir. Daha sonra da her genç, kendi sahasının temellerini çok iyi öğrenmeli, lüzumlu becerileri en iyi şekilde kazanmalıdır. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus da düşünmesini öğrenmektir. Bir konunun nasıl düşünüleceğini muhakkak ve çok iyi öğrenmelidir. Düşünce disiplini kazanmak ve problem analizini iyi öğrenmek fevkalade önemlidir. Bu olduğu taktirde o genç, sadece kendi sahasının problemlerini değil, diğer sahaların problemlerini de çözebilir. Çünkü, problem çözmenin yolunu iyi öğrenmiştir. Size bu konuda söyleyebileceğim en önemli isimlerden biri, Walter Gilbert'tir.
Düşünce adamı demek, yetişmiş insan demek; tabiata ve hayata tereddütsüz, korkusuz bakmasını bilen insan demektir. Gençlerimizi yetiştirirken, bu konuyu ihmal edemeyiz.